TELVİHAT-I TİS’A..! TARİKATLAR..! TARİKAT NEDİR ?

DOKUZUNCU KISIM: TELVİHAT-I TİS’A
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ
اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونْ
[Şu kısım, turûk-u velayet hakkında olup “Do¬kuz Telhvih”tir.]
BİRİNCİ TELVİH: “Tasavvuf,” “tarikat,” “ve¬layet,” “seyr-ü sülük,” nâmları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhani bir hakikat-ı kudsiye var¬dır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilan eden, ders veren, tavsif eden binler cild ki¬tap ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bi¬ze söylemişler. جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثِيراً
Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bâzı icaâtına bina¬en göstereceğiz.
Suâl: Tarikat nedir?
Elcevap: Tarikatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-ı imâniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi al¬tında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhani neticesinde, zevki, halı ve bir derece şuhudî hakaik-ı imâniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarikat,” “tasavvuf nâmıyla ulvi bir sırr-ı insani ve bir kemâl-i beşerîdir.
Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i camia ol¬duğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasın¬daki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillû, kâinatın bir nevi merkez-i mânevisi olduğunu gösteren hadsiz fünün ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi insanın mahi¬yetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-ı kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; had ve he¬saba gelmiyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlar¬la nuranî kitablar gös¬teriyorlar.
İşte, madem kalb ve dimağ-ı insani bu merkez¬dedir; çekirdek hale¬tinde bir şecere-i azimenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyeti¬ne çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irâde et¬miş ki, öyle yapmış. Madem irâde etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işliyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vâsıta, velayet merâtibinde zikr-i ilâhî ile tarikat yolunda hakaik-ı imaniyeye tevec¬cüh etmektir.
İKİNCİ TELVİH: Bu seyr ü sülûk-u kalbinin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini, tadat ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden kat’-ı nazar, yal¬nız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüzî bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasın¬dan ve ağır takâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; her¬halde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izâle edecek bir ünsiyeti ta¬harri eder. Medeniyet-i insaniyye neticesindeki içtimâât-ı ünsiyetkârâne, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşcasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fa¬kat yüzde sek¬seni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu ücra köşelere sevkediyor; ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti dü¬şündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatle¬rinden gelen ünsiyetten mahrum¬durlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.
İşte böylelerin hakiki tesellisi ve ciddi ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işlet¬mek, o ücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkın¬tılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vah¬şetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârâne te¬bessüm va¬ziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Halikımın hadsiz ibâdı her ta¬rafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır.” diyerek, imanlı bir hayat¬tan ünsiyetli bir zevk alır. Saâdet-i hayatiye mânasını anlar, Allah’a şükreder.
ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i Risalettir; tarikat bir bürhan-ı Şeriattır. Çünki: Risaletin tebliğ ettiği hakaik-ı intaniyeyi vela¬yet; bir nevi şühûd-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn de¬recesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, Risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüc¬cet¬tir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikını tarikat; zevkiyle, keş¬fiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasiyle o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir. Evet, nasılki velayet ve tari¬kat, Risâlet ve Şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de: İslâmiyetin bir sırr-ı ke¬mâli ve medâr-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırriyle bir mâden-i te¬rakkiyatı ve bir menba’-ı tefeyyüzâtıdır.
İşte bu sırr-ı azimin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bâzı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına git¬mişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medâr-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemâatin bir kısım zahirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemâate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil in¬sanlar; ehl-i tarikatın içinde gördükleri bâzı su’-i istimâlâtı ve bir kısım hatîatı bahane ederek, o hazine-i uzmâyı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurut¬mak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslek¬ler az bulunur. Alâküllihal bâzı kusurlar ve sû’-i istimalat olacak. Çünki; ehil olmayanlar bir işe gir¬seler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, âhirette muhasebe-i amal düsturuyla, adâlet-i Rabbaniyesini hase¬nat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yâni, hasenat râcih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, redde¬der. Hasenat ve seyyiatın mu¬vazenesi, kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bâzı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccüh eder. Afvettirir. Madem adalet-i ilahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarikat, yâni Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatın hasenatı seyyiatına kafiyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imân¬larını muhafaza etmesidir. Adi bir samimî ehl-i tarikat; sûrî, zahirî bir mütefenninden daha ziya¬de kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıta¬sıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imânını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolay¬lıkla zındıkaya sokulmaz. Şedîd bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiç bir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan iti¬madını kese¬mez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya gire¬mez. Ta¬ri¬katta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmiyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muha¬faza et¬mesi müşkülleşmiştir.
Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, bel¬ki Daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bâzı meşreblerin ve tarikat nâmını haksız olarak ken¬dine takanların seyyiatiyle tarikat mahkûm ola¬maz. Tarikatın dini ve uh¬revi ve ruhanî çok mü¬him ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsi bir rabıta olan uhuv¬vetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi; âlem-i küf¬rün ve siyaset-i Hıristiyaniyyenin, nûr-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hü¬cumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i islâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilâfet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyyenin karşısın¬da muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fış¬kıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imânın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imâniyyeleri ve mârifet-i ilâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u kuruşlarıdır.
İşte ey akılsız hamiyetfüruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarika¬tın, hayat-ı ictimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?..
DÖRDÜNCÜ TELVİH: Meslek-i velayet çok kolay olmakla bera¬ber çok müşkilâtlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıy¬mettar ol¬makla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.
İşte bu sırlar içindir ki; o yolda sülük edenler bâzan boğulur, bâzan zararlı düşer, bâzan döner başkalarını yoldan çıkarır.
Ezcümle: Tarikatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i afakî” tabirleri altında iki meşreb var.
Enfüsi meşrebi; nefisten başlar, hariçten gözü¬nü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kal¬binden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka gi¬rer. O vakit afaki nûrânî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta ondada görür. Turûk-u Hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevâyı terketmek, nefsi öldür¬mektir.
İkinci meşreb; âfaktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i Esma ve Sıfatı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mik¬yasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu gö¬rür, aradığı maksada vâsıl olur.
İşte birinci meşrebte sülük eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terkedip enâniyeti kırmazsa; şükür makamın¬dan fahr makamına düşer… fakirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, “şatahat” nâmiyle haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebeb olur. Meselâ: Nasılki bir mülâzım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neş’esiyle gurur¬lansa, kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini, o külli daire ile ilti¬bas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir Güneşi, denizin yü¬zünde haşmetiyle cilvesi görünen Güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebeb olur; öyle de: Çok ehl-i velayet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki: Yal¬nız kalbi intibaha gelmiş uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde his¬setmiş, kendini kutb-u azam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: “Kar¬deşim; nasılki kanun-u saltanatın, sadrâzam dâiresinden tâ nahiye mü¬dürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î külli cilveleri var; öyle de: Vela¬yetin ve kutbiyetin dahi, öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Herbir ma¬kamın çok zilleri ve gölgeleri var. Sen, sadrâzam-misâl kutbiyetin a’zam cilve¬sini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi gör¬müş¬sün, aldanmışsın. Gördüğün doğ¬rudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kab su, bir küçük denizdir.” O zat şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi Mehdî kendilerini biliyorlardı ve “Mehdî ola¬cağım” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esmâ-i İlâhînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilve¬leri var ve o Esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de: Mazhariyet-i Esmadan ibaret olan merâtib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
Makamat-ı evliyadan bâzı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u azama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bâzı meşâhirle münasebetdar bâzı makamat var. Hattâ o makam¬lara; “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tâbir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir numunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a’zam tahay¬yül eder. Eğer hubb-u câha tâlib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla dâvaları, safahat sayılır. Onunla belki mes’ul ol¬maz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zat enâniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder, veyahud tarîk-ı haktan sapar. Çünki: Büyük evliyayı, kendi gibi telâkki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırı¬lır. Zira nefs ne kadar mağrur da olsa, kendisi, kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de ken¬dine kıyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ, Enbiya¬lar hakkında da hürmeti noksanlaşır.
İşte bu hâle giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı el¬de tutmak ve Usûl-üd-Dîn ulemasının düsturları¬nı kendine ölçü ittihaz etmek İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve dâima nef¬sini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. Bu meşrebdeki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünki; Muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hatâ şudur ki: Kalbime ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânaları, “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet tâbir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulya-yı akdesine bir hür¬metsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanatın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâi¬kenin, tâ havâssı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbani; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitâb-ı Rabbanidir.
Amma vahiy ve kelâmullah’ın ism-i has ve onun en bahir misâl-i mü¬şahhası olan Kur’an’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” nâmı öyle ilhâmata verilmesi hatâ-yı mahzdır. Onikinci ve Yirmibeşinci ve Otuzbirinci Sözler’de beyan ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli Güneşin misâli, sema¬daki Güneşe ne nisbeti varsa; öyle de: O müdde¬tlerin kalbindeki ilham dahî, doğrudan doğruya kelâm-ı ilâhi olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet, herbir âyinede görünen Güneşin misâlleri, Güneşin¬dir ve “onunla münasebettar” denilse, haktır; fakat o Güneşciklerin âyinesine Küre-i Arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!..
BEŞİNCİ TELVİH: Tarikatın gayet mühim bir meşrebi olan “Vah¬det-ül-Vücud” nâmı altında¬ki Vahdet-üş-Şühûd, yâni: Vâcib-ül-Vücudun vü¬cuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o Vücud-u Vacibe nisbeten o kadar zaif ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayâl perdesine sarıp, terk-i mâsiva makamında onları hiç saymak, hattâ mâdûm tasavvur etmek, yalnız cilve-i Esmâ-İlâhiyeye hayalî bir âyine vazi¬yeti vermek kadar ileri gider.
İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki: Vâcib-ül-Vücudun vücudunu, îmân kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derece¬sinde inkişafiyle, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayâl ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; adetâ vâcib-ül-Vücu¬dun hesa¬bına kâinatı inkâr eder.
Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: Erkân-ı îmâniye altıdır. İmân-ı Billâh’tan başka, İmân-ı Bilyevmil’âhir gibi rü¬künler var. Bu rükünler ise, mümkinâtın vücudlarını ister. O muhkem er¬kân-ı îmâniye, hayâl üs¬tünde bina edilmez! Onun için, o meşreb sahibi, âlem-i istiğrak ve şehirden âlem-i sahve girdiği va¬kit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meş¬rebin muktezasiyle amel etmemek lâzımdır. Hem, kalbî ve hâli ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünki: Kitap ve Sünnetten gelen desâtir-i akliye ve kavânin-i ilmi¬ye ve usûl-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor; kabil-i tat¬bik olamıyor. Onun için, Hulefâ-yı Râşidinden ve Eimme-i Müçtehidin¬den ve selef-i sâlihînin büyüklerinden, o meşreb sarîhan görünmüyor. Demek, en âlî bir meşreb değil! Belki yüksek, fakat nakıs. Çok ehemmi¬yetli, fakat çok hatarlı, çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk için ona gi¬renler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yük¬sek mertebe zan¬nediyorlar. Bu meşrebin esasını ve mahiyetini, Nokta Risalesinde ve bir kısım Sözler¬de ve Mektûbatta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifaen, şurada o mühim meşrebin ehem¬miyetli bir vartasını beyan ede¬ceğiz. Şöyle ki:
O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsivâ sırrıyle mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı ha¬vassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar ol¬duğu salih bir meşrebdir. Şu meşrebi, esbab içinde bo¬ğulanların ve dün¬yaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyeden uzaklaştır¬maktır. Çünki, dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka ver¬mek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor; vahdet-ül-vücud bahane¬siyle ona bir baki vücud tevehhüm eder, o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesi¬ne binaen, bir mâbudiyet derece¬sine çıkarır. -Neu zübillâh- Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar. Şu asırda maddiyunluk fikri o derece istilâ etmiş ki, maddiyatı herşeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda has ehl-i îman, maddiyatı idam eder dere¬ce¬sinde ehemmiyetsiz gördüklernden; Vahdet-ül-Vücud meşrebi ortaya atılsa; belki maddiyunlar sâhib çıkacaklar, “Biz de böyle diyoruz” diye¬cekler. Halbuki dünyada meşârib içinde, maddiyunların ve tabiat-perestlerin mesleğinden en uzak meşreb, Vahdet-ül-Vücud meşrebidir. Çünki: Ehl-i Vahdet-ül-Vücud, o kadar vücud-u İlâhîye kuvvet-i îmân ile ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyunlar ise, o kadar mevcu¬data ehemmiyet veriyorlar ki; kâinat he¬sabına, Al¬lah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede? Ötekiler nerede?…
ALTINCITELVİH: “Üç Nokta’dır.
Birinci Nokta: Velayet yolları içinde en güze¬li, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyyeye itiba’dır. Yâni: A’mâl ve harekâ¬tında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklid etmek ve mu¬amelât ve efâlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihâz etmektir.
İşte bu ittiba’ ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvâli ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibâdet şekli¬ne girmekle beraber; herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba’ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’i veri¬yor. O tahattur ise, sâhib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenâb-ı Hakkı hâtıra getiriyor. O hâtıra, bir nevi huzur ve¬riyor. O halde mütema¬diyen ömür dakikaları, hu¬zur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu cadde-i kübrâ, Velâyet-i kübrâ olan ehl-i verâset-i Nübüvvet olan Sa¬habe ve selef-i sâlihînin caddesidir.
İkinci Nokta: Velayet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esâsı, ihlâstır. Çünki: İhlâs ile hafi şirklerden halâs olur. Ihlâsı kazanmıyan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvve¬ti, mu¬habbettir. Evet muhabbet, mahbubunda ba¬haneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zaif emareleri, kavı hüccet¬ler hükmünde görür. Dâima mahbubuna taraftar¬dır.
İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla mârifetullaha teveccüh eden zatlar; şübehata ve îtirâzâta kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Bin¬ler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikîsinin kemâline işaret eden bir emareyi, onların nazarın¬da ibtâl edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikle¬ri îtirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i îman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.. İşte bu sırra bi¬naendir ki; umum merâtib-i velayette mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksir¬dir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudi¬yetin sırrı olan niyaz¬dan, mahviyetten; naza ve dâvaya atlar, mîzansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfiden mâna-yı ismîye geç¬mesiyle; tiryak iken zehir olur. Yâni; gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına, ve O’nun nâmına, O’nun bir âyine-i Esması olmak cihe¬tiyle rabt-ı kalb etmek lâzım¬ken; bâzan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zatîsi nâmına düşünüp, mâ¬na-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamberi düşün¬meden yine onları sevebilir. Bu mu¬habbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfi ile olsa, muhabbetulaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.
Üçüncü Nokta: Bu dünya, dâr-ül-hikmettir, dâr-ül-hizmettir; dâr-ül-ücret ve mükâfat değil. Buradaki amal ve hizmetlerin ücretleri Berzahta ve Ahirettedir. Buradaki amal, Berzahta ve Ahirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mâl-i uhreviyyeye ait neticeleri dünya da istememek ge¬rektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünki: Cennetin meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bakî hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dün¬yada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Baki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sö¬necek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.
İşte bu sırra binaen; ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar, “Elhamdülillâ-hi âlâ küllihâl” diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlâhî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin. Evet, makbul bir in¬san hakkında en mühim bir ihsân-ı ilâhî, ihsanını ona ihsas etme¬mektir; tâ niyazdan nâza ve şükür¬den fahre girmesin.
İşte bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tar¬ikatı istiyenler; eğer vela¬yetin bâzı tereşşuhatı olan ezvak ve kerâmâtı isterlerse ve onlara müte¬veccih ise ve onlardan hoşlansa; baki uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabilinden olmakla beraber; velayetin mâyesi olan ihlâsı kay¬bedip, velayetin kaçmasına meydan açar.
YEDİNCİTELVİH: “Dört Nükte’dir:
Birinci Nükte: Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı Ehadiyet ile Rubûbiyet-i Mutlaka noktasında hitâb-ı İlâhî ‘nin neticesidir. Tarikatın ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeri¬atın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa dâima vesile ve mukaddime ve hadim hükmündedirler. Ne¬ticeleri, şeriatın muhkemâttdır. Yâni: Hakaik-ı şeriata ye¬tişmek için, tari¬kat ve hakikat meslekleri, vesile ve hadim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mâna-yı hakikat ve sırr-ı tarikata inkılâb ederler. O vakit, şerîat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa bâzı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı, zahirî bir kışır, ha¬kikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avâm-ı nâsa göre zâ¬hir-i şeriatı, hakikat-ı şeriat, zanne¬dip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine “hakikat ve tarikat” namı vermek yanlıştır. Şeriatın, umum tabakata bakacak merâtibi var.
İşte bu sırra binaendir ki: Ehl-i tarikat ve ashâb-ı hakikat, ileri git¬tikçe, hakaik-ı şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittiba’ları ziyadeleşi¬yor. En küçük bir Sünnet-i Seniyyeyi, en büyük bir maksad gibi telâkki edip, onun ittibaına çalışıyor¬lar; onu taklid ediyorlar: Çünki: Vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iyye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarikattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarikatın en mühim esâsı, Sünet-i Seniyyeye ittiba’ etmektir.
İkinci Nükte: Tarikat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmü¬ne geçseler; o vakit şeriatın muhkemâtı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır, kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yâni: Na¬mazdan ziyade halka-i zikri düşünür; ferâizden zi¬yade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmak¬tan ziyade âdâb-ı tarikatın muhalefetinden kaçar.
Halbuki muhkemât-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrâd-ı tarikat mukabil gelemez; yerini dolduramaz!. Âdâb-ı tarikat ve evrâd-ı tasavvuf, o ferâizin içindeki hakikî zevke medâr-ı teselli olma¬lı, menşe olmamalı. Yâni: Tekyesi, camideki na¬mazın zevkine ve tâdil-i erkânına vesile ol¬malı; yoksa camideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemâ¬lini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor…
Üçüncü Nükte: “Sünnet-i Seniyye ve ahkâm-ı Şeriat hâricinde tarikat olabilir mi?” diye suâl ediliyor.
Elcevap: Hem var, hem yok. Vardır, çünki bâzı evliyâ-yı kâmilin, şe¬riat kılıncıyla idam edilmişler. Hem yoktur, çünki muhakkıkîn-i evliya, Sâ’dî-i Şirâzi’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
مُحَالَسْت سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْبِىِ مُصْطَفَى
Yani: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselamın caddesinden hariç ve Onun arkasından gitmiyen, muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabil¬sin. “Bu mes’elenin sırrı şudur ki: Madem Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselam Hâtem-ül Enbiyâ’dır ve umum nev-i beşer nâ¬mına muhâtab-ı İlâhidir; elbette nev’i beşer; Onun caddesi hâricinde gi¬demez; ve bayrağı altında bulunmak zaruridir. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar; ve madem insanda bâzı letâif varki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muha¬lefetiyle mes’ul tutulmaz; ve madem insanda bâzı letâif varki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar al¬tına da girmez; hatta aklın tedbiri altınada gir¬mez o lâtife, kalbi ve aklı dinlemez; elbette o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zât, şeri¬ata muhalefette velayet derecesiden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-ı şeriata ve kavâid-i imâniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasada, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hâle mağlûb olup, Neûzübillah, o hakaik-ı muhkemeye karşı in¬kâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!
Elhâsıl: Daire-i şeriatın hâricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır.
Bir kısmı: Sabıkan geçtiği gibi ya hâle, istiğra¬ka, cezbeye ve sekre mağlûb olup veya teklifi dinlemiyen veya ihtiyarı işitmiyen latifelerin mahkûmu olup, daire-i şeriatın hâricine çıkıyor. Fakat o çık¬mak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya isteme¬mekten değil, belki mecburiyetle ihti¬yarsız terkediyor. Bu kısım ehl-i velayet var. Hem mühim velîler bunla¬rın içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden; değil yalnız daire-i şeri¬attan belki daire-i İslâmiyet hâricinde bulunduğunu bâzı muhakkıkin-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtu Vesse¬lamın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzib etmemektir. Belki, ya dü¬şünmü¬yor veya müteveccih olamıyor veyahut bile¬miyor ve bilmiyor. Bilse, ka¬bul etmese olmaz!..
İkinci kısım ise: Tarikat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakaik-ı şeriatın derece-i zevkine yetişeme¬diği için; zevksiz, resmî birşey telâkki edip, ona karşı lâkayd kalır. Git¬gide, şeriatı zahiri bir kısır zanneder. Bulduğu hakikati, esas ve maksud telâkki eder. “Ben onu buldum, o bana yeter.” der, ahkâm-ı şeriata muha¬lif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut edi¬yorlar, bel¬ki kısmen şeytana maskara oluyorlar!..
Dördüncü Nükte: Ehl-i dalâlet ve bid’at fır¬kalarından bir kısım zat¬lar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; za¬hiri hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bun¬da hayret ediyordum. Me¬selâ: Mutezile mezhebin¬de Zemahşerî gibi, i’tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkıkin-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit Itirâzâtına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyor¬lar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerînin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebû Ali Cubbâî gibi mute¬zile, imamlarını, merdut ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim mera¬kıma dokunuyordu. Sonra Lûtf-u İlâhi ile anla¬dım ki: Zemahşerî’nin ehl-i Sünnete îtirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yâni, meselâ: Tenzîh-i hakikî; onun na¬zarında, hayvanlar kendi ef âline halik olmasiyle oluyor. Onun için, Cenab-ı Hakk’ı tenzih muhab¬betinden Ehl-i sünnet’in halk-ı e f âl mes’elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdut olan şâir mute¬zile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnetin yüksek düsturlarına kısa akılları yetişe¬mediğinden ve ge¬niş kavânîn-i Ehl-i Sünnet, onla¬rın dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettikle¬rinden merdutturlar. Aynen bu ilm-i Kelâmdaki
Ehl-i İ’tizâlin Ehl-i Sünnet ve Cemaata muhalefeti olduğu gibi, Sün¬net-i Seniyye haricindeki bir kı¬sım ehl-i tarikatın muhalefeti dahi iki ci¬hetledir.
Biri: Zemahşerî gibi; hâline, meşrebine meftûniyet cihetinde daha de¬rece-i zevkine yetişemediği âdâb-ı şeriata karşı bir derece lâkayd kalır.
Diğer kısmı ise: Hâşâ! Adâb-ı şeriata, desâtir-i tarikata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünki; dar havsalası, o geniş ezvâkı ihata edemiyor ve kısa makamı, o yüksek âdaba yetişemiyor…
SEKİZİNCİ TELVİH: “Sekiz Varta”yı beyan eder:
Birincisi: Sünnet-i Seniyyeye tamam ittiba’ı riayet etmiyen bir kısım ehl-i sülük; velâyet-i, Nü¬büvvete tercih etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü ve Otuzbirinci sözlerde, Nübüvvet ne kadar yüksek ol¬duğu ve ve¬layet oıîa nisbeten ne kadar sö¬nük olduğu isbat edilmiştir.
İkincisi: Ehl-i tarikatın bir kısım müfrit evli¬yasını Sahabeye tercih, hattâ Enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer. Onikinci ve Yirmiyedinci sözler’de ve Sahabeler hakkındaki zeylinde kat’î isbat edil¬miştir ki: Sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki, velayet ile yetişilmez ve Sahabelere tefevvuk edilmez ve Enbiyaya hiç bir vakit evliya yetiş¬mez!
Üçüncüsü: İfrat ile tarikat taassubu taşıyan¬ların bir kısmı, âdâb ve evrâd-ı tarikatı Sünnet-i Seniyyeye tercih etmekle Sünnete muhalefet edip, Sünneti terkeder, fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyeye bir lâkaydlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.
Çok Sözler’de isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi muhakkikin-i ehl-i tarikat derler ki: “Birtek Sünnet-i Seniyyeye ittiba’ noktasında hâsıl olan makbûliyet, yüz âdab ve nevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin Sün¬nete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniyye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır!” demişler.
Dördüncüsü: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; İlhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev’inden telâkki eder vartaya düşer. Vahyin dere¬cesi ne kadar yüksek ve külli ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nisbeten ne derece cüzi ve sönük ol¬duğu, Onikinci Sözde ve İ’caz-ı Kur’an a dair Yirmibeşinci Söz’de ve şâir risalelerde gayet kat’î isbat edilmiştir.
Beşincisi: Sırr-ı tarikatı anlamıyan bir kısım mutasavvife, zaifleri takviye etmek ve gevşekleri teşci’ etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmiyerek verilen ezvak ve envar ve kerâmatı hoş görüp meftun olur; İbâdâta, hidemâta ve evrada tercih etmekle varta¬ya düşer. Şu risalenin Altıncı Telvihinin Üçüncü Noktasında icmâlen beyan olunduğu ve şâir Söz¬lerde kat’iyyen isbat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya; dâr-ül-hizmettir, dâr-ül-ücret değil! Burada ücre¬tini istiyenler; bakî, daimî meyveleri, fâni ve mu¬vakkat bir surete çe¬virmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştâkane berzaha ba¬kamı¬yor; âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünki içinde bir nev’i âhireti bulur.
Altıncısı: Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülük, makamat-ı ve¬layetin gölgelerini ve zilleri¬ni ve cüz’î numunelerini, makamat-ı asliye-i külli¬ye ile iltibas etmekle vartaya düşer. Yirmidördüncü Söz’ün İkinci Dalında ve şâir Sözlerde kafiyen isbat edilmiştir ki: Nasıl Güneş âyineler vasıtasıy¬la taaddüt ediyor; binler misâlî Güneş, aynı Güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misâlî Güneşler, hakiki Güneşe nisbeten çok zaiftirler. Aynen onun gibi: Makamât-ı Enbiyâ ve eâzım-ı evliyanın makamâtının bâzı gölgeleri ve zilleri var. Ehl-i sülük onlara girer; ken¬dini, o evliyâ-yı azîmeden daha azim görür; belki Enbiyâdan ileri geçti¬ğini zanneder, vartaya düşer. Fakat bu geç¬miş umum vartalardan zarar görmemek için, usûl-ü imâniyeyi ve esâsât-ı Şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini, onlara karşı muhalefetinde ittiham et¬mekledir.
Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde; fahri, nazı, safa¬hatı, teveccüh-ü nası ve mercüyeti şükre, niyaza, tazarruâta ve nâsdan is¬tiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise Ubudiyet-i Muhammediyye’dir ki, “Mahbubiyet” unvanıyla tâbir edilir. Ubudiye¬tin ise sırr-ı esâsı; niyaz, şükür, tazarru, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatin ke¬maline mazhar olur. Bâzı evliyâ-yı azîme, fahr ve naz ve safahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktidâ edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkaların¬dan gidil¬mez!
Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülük; âhirette alı¬nacak ve koparılacak vela¬yet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer. Halbuki:
وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi âyetlerle ilân edildiği gibi, çok Sözlerle kat’iyen isbat edilmiştir ki: Âlem-i Bekada birtek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için, o mübarek meyve¬leri burada yememeli. Eğer istenilmiyerek yedirilse; şükredilmeli; mü¬kâ¬fat için değil, belki teşvik için bir ihsân-ı İlâhî olarak telâkki edil¬meli…..
DOKUZUNCU TELVİH: Tarikatın pek çok semerâtından ve fâidelerinden yalnız burada “Do¬kuz Adedi” ni icmâlen beyan edeceğiz:
Birincisi: İstikametli tarikat vasıtasıyla, Saâdet-i Edebiyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşe’leri ve mâdenleri olan hakaik-ı îmâniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zu¬hurlarıdır.
İkincisi: Makine-i insâniyenin merkezi ve zenbereği olan kalbi, tari¬kat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle, şâir letâif-i insaniyeyi hare¬kete ge¬tirip, netice-i fıtratlarına sevkederek hakikî insan olmaktır.
Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nûraniye ile ebed-ül-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve on¬larla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve şübehatın hücumlarına karşı, onların icmaına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavı bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hâtıra gelen dalâlet ve şübehâtı defetmektir.
Dördüncüsü: İmandaki mârifetullah ve o marifetteki muhabbetul-lahın zevkini, şaft tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır. Çok sözlerde isbat etmişiz ki: Saâdet-i Dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî sa¬adet, îman ve islâmiyetin hakikatındadır. İkinci Sözde beyan edildiği gibi: İman, Şe¬cere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor.
İşte tarikatın terbiyesiyle, o çekirdek neşvüne¬ma bulur, inkişaf eder.
Beşincisi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-ı latifeyi, tarikattan ve zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbi vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek… O vakit tâate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti ifa eder.
Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve ke¬dersiz lezzete ve vah¬şetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbe¬sini ve rızâ derecesini kazanmaktır.
Yedincisi: Sülûk-u tarikatın en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla şirk-i hafiden ve riya ve tasannu’ gibi rezâilden ha¬lâs olmak ve tarikatın mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefs vasıtasıyla, nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.
Sekizinci: Tarikatta, zikr-i kalbi ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuv¬vetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini ibadet hük¬mü¬ne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini â’mâl-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün daki¬kalarını hayat-ı ebediyenin sünbüllerini verecek çekirdekler hükmüne ge¬tirmektir.
Dokuzuncusu: Seyr-ü sülûk-u kalbi ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalşmak; yâni: Hakikî mümin ve tam bir müslüman olmak; yâni: Yalnız sûrî değil, belki haki¬kat-ı îmânı ve hakîkat-ı islâmı kazanmak; yâni: Şu kâinat içinde ve bir ci¬hette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlik-ı Zülcelâline abd olmak ve muhâtab olmak ve dost olmak ve Halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, beni Âdemin melâikeye rüçhaniyetini isbat etmek ve şeriatın îmânı ve amelî cenahlariyle makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saâdet-i Ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir…
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَكِّ وَسَلِّمْ عَلَى الْغَوْثِ الاْ َكْبَرِ فِى كُلِّ الُْصُورِ وَالْقُطْبِ الاْ َعْظَمِ فِى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى تَظَاهَرَتْ حِشْمَةُ وَلاَيَتِهِ وَمَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهِ فِى مِعرَاجِهِ وَ اِنْدَرَجَ كُلُّ لْوَلاَيَاتِ فِى ظِلِّ مِعرَاجِهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُلِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


Yorum bırakın